İSMAİL KARA: “İSLÂM TARİHİ,BÜYÜK-MERKEZİ ŞEHİRLER TARİHİDİR”

 

Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslâm, Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye ve Din ile Modernleşme Arasında gibi Türk düşünce tarihimiz açısından hayati öneme sahip eserleriyle tanıdığımız İsmail Kara ile İslâm tarihinde şehir düşüncesinin yer ve önemini konuştuk.

 

Hocam, şehir deyince, sizce ne anlamalıyız? Düşünce tarihimizde şehre dair çalışmalar, tartışmalar olmuş mudur?

 

Soruyu bölelim isterseniz; bugün şehirden ne anlıyoruz, ne anlamalıyız kısmı ile İslâm kültüründe şehrin yeri, şehir algıları biraz farklı şeyler.

 

O zaman tarihten başlayalım…

 

Olur… Ne türden tartışmalar ve vurgular aradığınıza bağlı olarak İslâm ve Türk tarihinde, düşünce tarihimizde şehir sorusunun cevabı, hatta cevapları farklı şekillerde, farklı önceliklerle bizi karşılayacaktır. Müslümanların Medine’den başlayarak farklı coğrafyalarda “Müslüman” şehirler kurdukları, fethettikleri şehirlere kendi renk ve kokularını verdikleri tartışma dışı olmalı. Bu vakıa ister istemez bizi bir şehir hissiyatına, şehir bilgisine ve şuuruna, hatta bir şehir felsefesinin varlığına götürecektir. Bugün vakıa olarak olmayan unsurlara ve kademelere… İslâmi ilimlerden şehir meselesiyle ilgilenmeyen var mı diye sormak ve buradan yola çıkmak daha doğru olur zannederim. Bugün şehir denince hemen akla gelmeyecek birkaç örnek zikredebiliriz; meselâ Fıkıh açısından şehir meselesi Cuma ve bayram namazlarının kılınabilmesi açısından müzakere edilir ve nerenin şehir yani Cuma namazı kılınma şartlarına haiz yerler olduğu tartışılır. Mühim bir meseledir bu. Eskiden bugünkü gibi her yerde Cuma ve bayram namazı kılınmaz, kılınamazdı. Cuma Mescidi, Musalla ve Büyük Cami, Ulucami adlandırmaları da buradan çıkıyor.

 

Tasavvufun ilk dönemlerinde şehir kaçılacak, göç edilecek bir yerdir, çünkü orada ilişkiler insani olmaktan çıkmış, sünnetten, takvadan uzaklaşılmış, fısk u fücur, debdebe, saltanat, gösterişe dayalı münasebetler, israf yaygınlaşmıştır.

 

Tasavvufun bu tarafı, şehre muhalefet yönü pek bilinmiyor herhalde?

 

Umumiyetle pek bilinmez, doğru. Büyük Yunus’un “Kasdım odur şehre varam / Feryâd u figân koparam” mısraları o kaynaktan besleniyor olmalı. Son bir iki asırda tektip, tektaraflı bilgi ve yorumlar bu alanlarla alakalı farkındalıkları da esaret altına aldı. Tasavvuf ve tarikatlar sonradan şehirli ve uyumlu bir kültür ve yorum da olacak aynı zamanda. O kadar ki sultan, asitane gibi saray ve erkânının bazı kavramlarını yahut hususi kıyafetler ve teşrifat türünden sarayın bazı teamüllerini bile içine çekecek. Fakat ortaya çıktığı yıllarda sufilerin muhalif ve sünneti ihya bayrağıyla şehirleri terkettiği, çöllere, badiyelere çekildiği bir vakıadır. Tasavvuf ve tarikatların bu tarafı yani muhalefet yönü çok farklılaşmakla beraber hâlâ bir şekilde var denebilir. Ama içerdekiler bile farkında değil bunun, hiç değilse yeteri kadar değil…

 

Diğer şehir algılarıyla devam edersek…

 

Felsefede şehir (medine) konusu beşerin mütekâmil insan olabilmesi için birlikte ve toplu yaşaması, bunun da örfleri, töreleri, kanunları, bunların da hukuk sistemini ve devleti, devlet başkanını gerektirmesi meseleleri üzerinden tartışılır. Farabî’nin eserinin adını hatırlayın. Medine ile medeniyet aynı kökten, malum. “İnsan tab‘an medenidir” cümlesi öncelikli olarak bu demektir. Bu mesele kelâm ilminde “Bir imam-halife tayin etmek Müslümanlara vacip midir?” sorusu etrafında felsefeye yakınlaşır. İslâm tarihi aynı zamanda bir büyük-merkezi şehirler tarihi olarak ele alınabilir. İslâm kurumlar tarihi hakeza.

 

Fıkıhta, tasavvufta ve dil-edebiyat ilimlerinde şehirlerin adıyla anılan ekoller, mezhepler, meşrepler var biliyorsunuz; Kufe ekolü, Medine ekolü, Basra ekolü, Horasan erenleri, Erdebil sufileri vs. Kıraatta, sanat ve mimaride de böyle; İstanbul tariki meselâ.

 

Bu şehir merkezli yorum örneklerini çoğaltabiliriz. Bu alanlarda şehir sadece bir mekân ve coğrafya değil onlarla da irtibatlı olarak aynı zamanda bir ilim-fikir-estetik anlayışına, bir üsluba, bir mantık ve tarza, bir yorum biçimine ve anlayışa, yaşama tarzına, mizaçlara kuvvetle işaret eder.

 

Bir de müstakil şehir tarihleri yazılmıştır. İslâm ilim ve kültür havzası müstakil şehir tarihleri yazımı bakımından da diğer ilim ve kültür havzalarından önde gibi gözüküyor. Bu tür eserler tabiat örtüsünden, yollardan, biyografilerden tutun müesseselere, fikrî ve edebî tartışmalara, yaşayış biçimlerine, edebî verimlere kadar çok farklı ve zengin bilgiler ihtiva eder.

 

Biraz yakınlaşalım; bugün şehirden ne anlıyoruz, ne anlamalıyız? Kendi tecrübelerinizden yola çıktığınız zaman, şehir hayatımız, son otuz-kırık yıl içinde ne gibi değişikliklere uğramıştır diye sorsak?

 

Bu tarihte dolaşmaktan daha zor ve geniş bir soru. Tarihi şehirlerle modern şehirler, isterseniz geleneksel yerleşim mekânları ve yerleşim, iskân tarzlarıyla yeni kentler arasında diyelim köklü denebilecek farklılıklar oluştu. En önemlisi şehirdeki merkez fikri değişti, hatta kayboldu. Eski şehirlerin merkezini büyük bir mabet, bizde cami ve onun etrafındaki mezarlık oluşturuyordu. İkincisi şehir halkı, özellikle mahalleliler organik bir varlık gibi birbirinden haberdar, tanışık, bilişik, yakın, iç içe, bir diğerinden sorumlu yaşıyorlardı. Bu da değişti. Artık şehirler yan, üst komşusunu tanımayan, tanıma ihtiyacı duymayan tanımsız kalabalıklar içinde “yalnız” insanlarla dolu. Metroda, otobüste onlarca, yüzlerce insanla birlikte yolculuk yapıyorsun ama hiçbiriyle tanışıklığın, hukukun yok. Şehirler, binalar, evler gayrıinsanileşti.

 

Dini ahlâk, dini yaşama biçimi açısından da ciddi problemlerle karşıkarşıyayız. Cami cemaati birbirini tanımıyor artık. Buna gerçek cemaat denir mi? Bir hadis-i şerifte "Komşusu açken tok yatan” için ağır ifadeler geçiyor biliyorsunuz. Şimdi şehir hayatında komşu kim ve aç mı tok mu, bunlar iyice belirsizleşti. Yine hadis-i şerifte “Bir kötülük gören eliyle, diliyle, kalbiyle ona müdahale etsin” buyuruluyor. Tanımadığın, hukukun olmayan, nazının geçmediği ama her gün gördüğün birine, bir çocuğa, bir kötülüğe nasıl müdahale edeceksin? Türkçede, Müslüman Türk kültüründe çok istisnai bir yere sahip olan “Tanrı misafiri” artık kime, nasıl anlatılabilir? Ramazanda, iftara evine yetişemeyen buyursun gelsin diye kapınızı açık bırakabilir misiniz? Cevapları zor bu örnekler çoğaltılabilir. Belli ki yeni şartlarda yeni tanımlar yapmak, yeni düşünceler geliştirmek ve ona göre tedbirler almak lazım. Yeni şehrin yükü çok, insanların da. Fakat yeteri kadar farkında değiliz.

 

Bugün kim “Ben dahi bile yapıldım / Tâş u toprak arasında” diyebilir, kendisiyle yaşadığı şehir ve mekân arasında ontolojik bir ilişki kurabilir? Düşünmek lazım. Yahya Kemal’in “Atikvalide’de” şiirindeki şairle, kişiyle mekân arasındaki kuvvetli ve göğertici ilişkiyi anlamak için bile muhtemelen yetersiz kalacağız.

 

Marmara İlahiyat Camii geliyor aklıma. Şehirlerimizde bu şekilde Selçuklu ve Osmanlı cami mimarisinden de esinler taşıyan ama modern bir form iddiasıyla yapılan camiler var. Hocam bu yapılar gerçekten modern mi? Ülke olarak modernleşme serüvenimizde nasıl bir yer ve anlama sahiptirler?

 

Torunum dört yaşlarında iken Marmara İlahiyat Fakültesi Camisi’ni cami olarak kendisine kabul ettiremediğimizi hatırlıyorum. Çocuğun kafasında bir cami ve minare tarzı var, belli ki gördüğü ona uymuyordu. Haklıydı. Yalnız problem camiyle sınırlı değil. Cami büyük problemin görünürlüğü fazla olan önemli bir parçası. Esas problem insanın nerede, nasıl durduğu, nereye baktığı… “Kıble” ve istikamet meselesi bu açıdan çok mühim. Size bir duruş ve bakış ilkesi, bir merkez fikri veriyor. Bugün bu ve buna bağlı olarak yerleşme biçimi, biçimleri kaybolmuş vaziyette. Yoksa tek başına yenileşme problemi değil. Yenileşme hayatın bir parçasıdır ve normaldir. Şimdiki hadise sapma, biçimsizleşme, en hafif tabiriyle belirsizleşme. Şehrin, mekânın belirsizleşmesi insanı da, insani olanı da belirsiz kılıyor. Tersi de doğru…

 

Bir kitabınıza ad olan “Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak”tan kasıt bu mudur mesela?

 

Bir tarafıyla evet. Bu meseleyi talebelere anlatmak için şu örneği veriyorum: Bugün mütedeyyin ve muhafazakâr bir aile şehirde oturdukları daireyi birkaç saatliğine boşaltsınlar. Duvarda besmele levhası, yerde seccade gibi çok bariz unsurları da kaldırsınlar. Sokaktan kadın erkek birkaç insanı bu daireye getirip gezdirelim. Çıkınca da bu dairede nasıl, hangi fikirde ve zikirde bir aile oturuyor diye soralım. Dindar, kanaatkâr, mütevazi, zevk sahibi bir ailenin oturduğunu anlayabilirler mi?

 

Mesele bu kadar anlaşılabilir ve sadedir bir tarafıyla. Peki oturma, yerleşme, yaşama biçimlerinde, eşyayı kullanma göstergelerinde, sokak, mahalle, bina, site, bahçe anlayışlarında kaydadeğer farklılığı olmayan insanlar nasıl oluyor da fikir-zikir itibariyle yahut giyim kuşam gibi görünür konularda çok farklı, hatta zahiren çatışan gruplar olabiliyor? İsterseniz soruyu tersten sorun

 

Rize’nin bir köyünde doğdunuz. Rize’ye, köye gittiğinizde, çocukluk yıllarınızda var olup bugün olmayan, bu yüzden özlemle hatırladığınız mekânlar var mı?

 

Olmaz mı? Taşra şehirleri de köyler de tahrip oldu, oluyor. Değişme, yenileşme bu değil. Değişme ile bozulmayı ayırdetmek için kullanabileceğimiz ölçülerden biri devamlılık unsurlarının ne kadar olduğudur. Köylerde insan da kalmadı. Yani köylerin kültürü, dili, yemekleri, düğünü, bayramı, mimarisi, meyvesi sebzesi de kayboluyor. Anadolu boşaldı, boşalıyor, hatta boşaltılıyor. Bir dünyanın, bir tasavvur ve düşünce manzumesinin, hatta bir inancın zevali bu. “Büyük” işlerle kafamız meşgul edildiği için bu hayati konular gündemimizde yok.

 

Rize daha dün diyebileceğimiz bir zamana kadar bütün şehirler gibi kendisine mahsus mimari özellikleri, yerleşme biçimleri, insani münasebetleri, sokakları, meyve ve sebzeleri, görgüsü olan bir şehirdi. Bugün hiçbir özelliği yok artık. Büyük şehirler gibi biçimsiz, şekilsiz, ruhsuz. Buna kalkınma, büyüme ve gelişme, zenginleşme demek için hiçbir şeyden anlamamak lazım. Bugün bu durumdayız maalesef. Köyler de öyle. Herkesin televizyonlar, basın yayın organları üzerinden görüp tanıdığı Uzungöl’ü, Ayder’i gözünüzün önüne getirin. HES’lerle adeta kurutulan o coşkun dereleri… Hep birlikte o güzelliklere, o tabiata nasıl kıydık?! Hiçbir insani ve ahlâki ilke tanımayan işgal kuvvetleri gibi…

 

Hakkında birçok çalışma yaptığım köyüm de öyle. Her yaz gittiğimde birçok şeyin bir daha gelmemek ve fark edilmemek üzere ortadan kalktığını görüyorum. Dahası yerine gelenler de oraya ait değil. Fakat bunu kendinden emin, her şeyi bilen Karadenizli insanlara nasıl anlatabilirsiniz?! Beş katlı betonarme bina yahut üç şerefeli minaresi olan devasa kubbeli bir cami yaptığı zaman dünyayı fethettiğini düşünen birine o bölgedeki taş-ahşap karışımı harika evlerin ve camilerin, mescitlerin, mahallelerin ruhunu, zevkini, kıymetini, o coğrafya ile bütünleşmesini nasıl anlatacaksın?

 

Yeri gelirse, Kahramanmaraş hakkında şunları söylemek isterim dediğiniz gözlem, tespit veya teklifleriniz var mı?

 

Latife ile başlamak lazım: Maraş hakkında oralı olmayanların konuşmasına ruhsat var mı? Maraş mühim tarihi şehirlerimizden biri. Coğrafya ve kültür olarak da, insan unsuru olarak da… Bugünkü mevcut durumu ve gidişatı itibariyle kendine mahsus, kendinin farkında olan bir görüntüsü yok maalesef. İnşallah vardır da benim gibi dışardan gelip gidenler fark edemiyordur diyelim. Maraşlıların Ulucami ve çevresine farkındalık derecesi ne kadar, hangi derinlikte meselâ? Yahut zeytinliklerinin, sularının, ev mimarisinin…

 

Ümitle bitirelim hocam…

 

Evet öyle yapalım. Zaten ümitli olduğumuz için bu kadar nefes tüketip konuşuyoruz. Yalnız ümit insanın kendisini ve başkalarını aldatmasına dönüşmemesi lazım. Benim ümidim mevcut durumda ve gidişte değil Türkiye’nin harekete geçirilemeyen potansiyelinde. Hem tarih ve birikim olarak hem de insan unsuru itibariyle… Entelektüel kapasite ve derinleşme arayışı çok mühim.

 

Söyleşi: Ömer Yalçınova

 

Evelâhir Sayı - 11